Çok taraflılığın geleceğini şekillendirmek: Adil ve krizlere dayanıklı bir küresel düzene giden kapsayıcı yollara genel bir bakış

Özet Sunum

Dünyanın en zengin ülkelerinin liderleri, sık sık Covid-19 salgınından ve onunla kesişen –genellikle birbiriyle bağlantılı–iklim değişikliği, yoksulluk, eşitsizlik ve otoriterlik krizlerinden kurtulmak için kapsamlı hedefler ilan ediyorlar. “Daha iyisini inşa etmeyi” ve “yerel olarak yönetilen” çözümleri desteklemeyi taahhüt ediyorlar. “İnsanlarımızın ve gezegenimizin sağlığını ve refahını artıran bir iyileşme”yi vaadediyorlar. Klişe düzeyine varan nakaratlar. Peki bu güçlü liderlerin eylemleri söylemleriyle örtüşüyor mu?

Bu makale, Heinrich-Böll-Stiftung’un Avrupa Birliği ve Washington DC ofisleri tarafından hazırlanan “Çok Taraflılığın Geleceğini Şekillendirmek: Adil ve Krizlere Dayanıklı Bir Küresel Düzene Giden Kapsayıcı Yollara Genel Bir Bakış” başlıklı yayın serisini oluşturan 15 yazının özetidir.

Heinrich-Böll-Stiftung’un Avrupa Birliği ve Washington DC ofisleri tarafından yayımlanan, gelişmekte olan ekonomilere sahip ülkelerden sivil toplum uzmanlarının ve en savunmasız insan ve toplulukların görüşlerine yer veren bir dizi politika yazısı, bu sorunun cevabının endişe verici bir hayır olduğunu gösteriyor. Yazarlar, ticaretten iklim finansmanına ve dijital yönetişime (ve tüm bu küresel meselelerde görülen insan hakları, eşitlik ve adalet ilkelerindeki bozulmalara) dair rahatsız edici bir tablo çiziyorlar.

Dünyanın en zengin uluslarının, daha yoksul ulusları dışlayıp kaynaklarını sömürmekle kalmadığını, gerek yurtiçinde gerek yurtdışında yaptıkları bazı şeylerin yanlış ya da eksik olduğunu kabul edip bunu düzelteceklerini sürekli taahhüt ettiklerinde bile bu taahhütleri yerine getirmediklerini ileri sürüyorlar. Aynı zamanda, daha fakir ülkelerin çoğunlukla jeopolitik ve jeo-ekonomik rekabet kıskacına sıkıştığını da belirtiyorlar.

Sonuç, pandemiyle birlikte artan adaletsizlikler ve peş peşe gelen felâketler karşısında sıradan vatandaşlar arasında giderek artan bir hayal kırıklığı, hatta öfke. Covid-19’un yayılması, küresel tedarik zincirlerini hızla bozdu ve ekonomilerin kurye servisleri gibi daha çok hizmet sektörüne bel bağlar hale gelmesi işçi hakları ihlallerini besledi. Pandemi ayrıca, herkesin teknoloji devlerinin yönetiminde tekelci bir ekonomiye ve onun toplum ve bireyler üzerindeki olumsuz sonuçlarına (sosyal medyadaki gemi azıya almış dezenformasyona ve Covid vaka verilerinde bile görülen mahremiyet ihlalleri gibi) maruz kalmasına neden oldu. İklim değişikliği ve pandemi önlemleri sırasında yapılan kurtarma çalışmalarında yaşanan zorluklar, birçok doğal afetin ve sıradışı hava koşullarının etkilerini ağırlaştırdı.

Dünyaya, şiddeti giderek artan, birbirini güçlendiren krizler hâkim olacak gibi görünüyor. Bu benzeri görülmemiş felâketler benzeri görülmemiş kitlesel protestolara yol açıyor; buna pandemiyle alevlenen ekonomik zorluklar ve eşitsizlikler nedeniyle Kolombiya, Gürcistan, Lübnan ve en son Küba’da meydana gelen protestoları örnek verebiliriz. Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün haziranda yayımlanan son Küresel Barış Endeksi’nde, 2020’de dünya genelinde 14.871 şiddet içeren gösteri, protesto ve ayaklanma yaşandığı, buna göre sivil huzursuzlukların yüzde 10 arttığı bildiriliyor.

Bu eğilimler, ulusal hükûmetlerin bu sorunlarla başa çıkamadığını göstermekle kalmıyor, yedek çözüm üreticisi olarak hizmet etmek üzere kurulmuş uluslararası sistemlerin akamete uğradığını da gösteriyor. Ayrıca, bu mekanizmalar (örneğin G7) en zengin ülkelerle sınırlı kaldıklarında, dışarıya kapalı, demokratik olmayan, dışlayıcı bir ortamda dünyayı derinden etkileyecek kararlar alma riski taşıyorlar. Kalıcı ve yapısal eşitsizliklerin yarattığı o soğuk gaddarlıklar, bu oluşumların hepsinin değilse bile çoğunun neden olduğu dip dalgaların bir sonucudur.

Bu dizideki 15 makalenin 20 yazarı, üç alandaki, uluslararası ticaret, dijital yönetişim ve iklim finansmanı alanlarındaki sorunların derinliğini, ağırlıklı olarak insan hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği çerçevesi içinde inceliyor. Bu araştırmacılar, ulusal hükûmetlerin ve uluslararası mekanizmaların temel eksiklerini gözler önüne seriyor ve yazılarının çoğu yerinde zengin ve güçlülerin o devasa çıkarları için yoksul, marjinalleştirilmiş ve savunmasız insanlara acımasızca davrandığını ve bütün bunları yaptıklarının cezasız kalacağını bilerek yaptıklarını düşünen toplumların veya ülkelerin yaşadığı hayal kırıklıklarını dile getiriyorlar. Kurallara dayalı uluslararası düzendeki “kuralların” genellikle küresel barışın, refah paylaşımının ve istikrarın sürmesinin veya yeniden tesis edilmesinin temeli olduğunun söylendiğini, ama bu kuralların çoğu zaman, pazarlık gücü, dolayısıyla da karşı koyacak gücü ve olanağı olmayanların zararına manipüle edildiğini belirtiyorlar.

Bilim insanları, insan hakları savunucuları, hukukçular, ekonomistler, feministler ve bu alanlarda araştırma yapanlardan oluşan bu yazarlar başarısızlık ve eksikliklerden yakınmıyorlar yalnızca, çözümler de sunuyorlar. Kabul etmek gerekir ki bazıları iddialı, cüretkâr bir sistematik değişimden daha azına razı değil. Meksika’daki Equidad de Género isimli feminist STK’nın program direktörü Emilia Reyes, bizi ileriye taşıyacak şeyin “Birleşmiş Milletler sistemini yenilemek, borçlar silmek, vergi adaletine önem vermek, finans sektöründe reforma gitmek ve kamu ve özel sektör aktörlerinin insan hakları ihlalleri ile çevresel bozulma olaylarındaki sorumluluklarına karşı koruyucu kalkan görevi gören ülke harici dokunulmazlıklarını kaldırmak ve bunların hepsini bir arada yapmak olduğunu” söylüyor. Feminist ekonomist Mariama Williams ise Covid-19 pandemisinden kurtulmamız için önerilen en uygulanabilir yöntemlerin “iklim değişikliğini merkeze alan ve atılacak tüm adımları insan hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliğine dayandıran” yöntemler olduğunu ifade ediyor. Harjeet Singh ve Indrajit Bose, uluslararası toplumu “ ‘iklim değişikliği odaklı’ kalkınma projelerine, yapılara ve sistemlere ağırlık vermeye; insan haklarına saygı duymaya ve bu hakları korumaya; katılımı teşvik etmeye ve iklim değişikliğinin kadınlar ve kız çocukları üzerinde yarattığı orantısız etkilerin sorumluluğunu üstlenmeye” çağırıyor. Gazeteci ve araştırmacı Kim Arora ise “Giderek daha fazla birbirine bağlı ve kırılgan hale gelen bir dünyada, gelecek nesillere güvenli ve kalıcı bir miras inşa etmek için söz konusu ülkeler, anlık jeo-politik veya ekonomik kazanımlarının ötesine bakmalı” diyor.

Bunlar çok yüksek standartlar belki, ama bu yazarlar, günümüzün küresel zorluklarının boyutları ve derinliğinin bu tür köklü ve devrimci çözümler gerektirdiğini açıkça ortaya koyuyor. Son G7 zirvesinde gerçekleştirilen görüşmelerde ve BM Genel Kurulu’nun Eylül ayında yapılacak yıllık toplantısı ve Kasım ayında İskoçya’nın Glasgow kentinde yapılacak olan BM iklim müzakereleri (COP 26) için yapılan hazırlıklarda, çok taraflı mekanizmalar risklerin menzil ve boyutlarını tespit etmeye çalışıyor, bunu da konunun artık daha fazla bekletilecek yanı kalmadığı için yapıyorlar. Amerika Birleşik Devletleri nihayet yapıcı bir şekilde yeniden devreye girmiş, Avrupa Birliği de 2050 yılına kadar AB’yi iklim nötr hale getirmek amacıyla 2019’un sonlarında teklif ettiği Avrupa Yeşil Anlaşması’nı yürürlüğe koymak için yasal düzenlemeler üzerinde çalışıyor olsa da, daha fazla eylem ve bu eylemlerin daha hızlı hayata geçirilmesi gerekiyor. Yapılacaklar arasında iklim değişikliğiyle mücadele için yeterli finansman ayrılması, mal ve dijital hizmetlerde ticari faaliyetlerin adil yürütülmesi ve çeşitliliği, insan haklarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen ve koruyan küresel bir ekonomik ve finansal sistemin kurulması da var.

Yazı dizimizin yazarları, en zengin ülkeleri dünyanın varlığını tehlikeye düşürecek tehditler karşısındaki sorumluluklarını kabul etmeye ve bu risklerin yaratacağı sonuçları tespit edip ileride yaratacağı riskleri azaltmak için acilen harekete geçmeye çağırıyor. Çözümleri sıralıyor ve özellikle Küresel Güney’den işe yarar modeller sunuyorlar. Tunus Kadın Seçmenler Birliği’nin kurucuları Besma Soudani Belhaj ve Najla Abbes, ülkelerinin Arap dünyasında “toplumsal cinsiyete dayalı siyasi şiddet kavramını yasal mevzuatına dahil eden” ilk ülke ve “şiddetin bu türünü suç sayan 19 ülkeden biri” sıfatlarıyla tanınmasını sağlayan 2017 tarihli Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Teşkilat Kanunu’nu örnek gösteriyorlar mesela. Küresel Diyalog Enstitüsü’nden araştırmacı Arina Muresan ve siyaset analisti Sanusha Naidu, çözüm olarak Güney Afrika yönetiminin geçmişte HIV/AIDS ilaçlarının erişilebilirliği için yaptığı baskıları, daha yakın zamanda “Covid-19 aşısının üretimi için yerel ilaç şirketleriyle daha fazla lisans anlaşması yapılması için gerçekleştirdiği hak temelli girişimler”ini örnek gösteriyor.

Bu seçkin yazarlar grubunun araştırmaları ve görüşleri, yıkıcı Covid-19 pandemisinden kurtulmak, iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini azaltmak ve gerçekten insanlar ve gezegen için çalışan, haklara saygılı küresel sistemler kurmak için gerekli olan kapsamlı küresel çalışmalar için temel bir referans noktası sağlıyor.

İklim finansmanı ve iklim adaleti ihtiyaçlarının karşılanması

İklim değişikliğinin etkileri, insan eliyle iklim değişikliğine yol açan fosil yakıta dayalı ekonomik kalkınmadan tarihsel olarak en az yararlanan ülkeleri ve halkları sert ve orantısız bir şekilde vurdu daha çok. Bu ülke ve halklar yıllarca, hatta bazen yüzyıllar boyunca, ektiklerinden çok daha fazlasını biçen yabancı yatırımcıların yararına çalışan madencilik faaliyetlerinden, sömürgecilikten ve sömürüden de çok çektiler. Birçok krizin üst üste gelmesi (biyo-çeşitliliğin yok olması, Covid-19, yoksulluk/ekonomik durgunluk) bu orantısız etkileri ağırlaştırdı.

“Bu krizlerin tümü birbiriyle ilişkilidir, doğası gereği sömürgen ve madenciliğe dayalı neoliberal bir ekonomik sistemden doğan yayılmacı ve birbirini besleyen etkilere sahiptir” diyor Reyes. Bununla birlikte, küresel zorluklarla mücadele eden birçok politika yapıcı ve teknokrat, temel yapısal bağlantıları görmezden gelmeye devam ediyor.” Uluslararası İklim Eylem Ağı’nın kıdemli danışmanlarından Singh ve Hindistan merkezli Üçüncü Dünya Ağı’nın kıdemli araştırmacılarından Bose şunları söylüyor: “İklim değişikliği ve etkilerinin şimdiden milyonlarca insan üzerinde ciddi zararları var, insan haklarını (örneğin, yaşam haklarını, sağlık, gıda ve yeterli yaşam standardı haklarını) ihlal ediyor.”

Birçok yazar, BM iklim anlaşmalarında küresel ısınmadan sorumlu oldukları ve bununla mücadelede öncülük etmeleri gerektiği belirtilen dünyanın en müreffeh ülkelerinin, iklim için yaptıkları −ama taahhüt ettiklerinin altında kalan− harcamaların gelişmekte olan ülkelerden elde ettikleri finansal akışa kıyasla sönük kaldığını da kabul etmeleri gerektiğini belirtiyor. Bu ülkeler, halihazırda devam eden doğal kaynak sömürülerinden elde ettikleri gelirlerden kâr sağlamıyorlar yalnızca, ekonomik ve finansal sistemlerin onların yararına (vergi affı getirmek gibi) ve/veya daha fakir ülkelerin çıkarlarına aykırı biçimde (onları sürdürülebilir olmayan borçlanmalara maruz bırakmak gibi) işletilmesinden de kâr sağlıyorlar; fakir ülkeler ödeyemeyecekleri borçları ödemeye çalışırken, mali olanakları yok oluyor, ardından yaşadıkları birbiriyle ilişkili birçok kriz de zengin ülkelerin faaliyetlerinin sonucu yaşanan iklim değişikliğinin etkileriyle baş etmelerini engelliyor.

İnsan haklarının büyük ölçüde zarar görmesine ve ihlal edilmesine neden olan iklim değişikliğinin etkileri cinsiyete ve yaş, engellilik veya göç geçmişi gibi başka faktörlere bağlı olarak da farklılıklar gösterir. Singh ve Bose, “Kadınlar ve kız çocukları, derinlere kök salmış toplumsal cinsiyet normları, eşitsizlikler ve klişeler nedeniyle… iklim değişikliğinden daha fazla etkilenmektedir” diyor. “Kadınlar ve kız çocukları, iklime bağlı şok ve stres yükleyicilerin söz konusu olduğu zamanlarda ihtiyaç duyulan ücretsiz bakım hizmetlerinin yükünün altında daha fazla eziliyor… ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve cinsel şiddet riskine daha fazla maruz kalıyorlar; aşırı hava olaylarından sonra sığınılan acil durum barınaklarında başlarına türlü kötülükler geliyor mesela.” Reyes, feminist iktisatçıların kadınların çoğunun ücretli ya da ücretsiz olarak çalıştığı “bakım ekonomisi”ndeki çalışmalarının asgari ücret üzerinden hesaplanması durumunda, bu ücretin “bir ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının yüzde 60’ını oluşturabileceği” tahmininde bulunduklarını aktarıyor.

Dolayısıyla, birbiriyle bağlantılı halihazırdaki küresel krizlere yönelik geliştirilecek her tür çözüm, toplumsal cinsiyet eşitliğine odaklanmalı ve aynı zamanda bunun da ötesine geçmelidir. Reyes, sistemsel statükoyu savunmaya veya diriltmeye çalışmayan, insanları ve gezegeni ilk sıraya koyan “dekolonyal” feminist çerçeveyi esas alan sistemsel reformları savunuyor. Kadınların bakım hizmetlerindeki ücretlendirilmeyen veya düşük ücretlendirilen emeklerine daha iyi bir değer biçmek ve bu alandaki hizmetlerini desteklemek amacıyla bakım hizmetlerinin altyapılarına  yatırım yapmayı da bu reformlar arasında sayıyor.

Williams, mevcut çoktaraflı iklim fonlarının son on yılda toplumsal cinsiyet eşitliği düşüncesini entegre etmede ilerlemeler kaydetmesine rağmen, bu düşünceye olan yaklaşımlarının yüzeysel kaldığını ve toplumsal cinsiyet konusunun sıklıkla bir eklenti veya bir pilot proje olarak ele alındığını yazıyor. Bu durum, iklim değişikliğiyle mücadele etme görevi verilmiş çok taraflı sistemlerle ilgili daha büyük sorunlara işaret ediyor: uyum sağlamada ve yanıt vermede yavaşlar, harekete geçmekte yavaşlar ve modası geçmiş düşünce ve yapıların içinde debelenip duruyorlar. Power Shift Africa’nın kurucusu ve yöneticisi Mohamed Adow, 1992 BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) çok taraflı temel çerçeve olmaya devam etmesine rağmen, yeterince hızlı hayata geçirilmediğini, uygulama kapasitesinin olmadığını ve bu anlaşmaya güven duyulmadığı için müzakerelerde sıkıntılar yaşadığını söylüyor. Gelişmekte olan ülkelerin, kendi emisyon azaltma taleplerine uymadıkları ve iklim değişikliğiyle mücadele için gerekli finansal yükümlülüklerini yerine getirmedikleri için gelişmiş ülkelere olan güvenini yitirdiğini, örneğin, gelişmekte olan ülkelerin iklim eylemlerini desteklemek için 2020 yılında verileceği taahhüt edilen yıllık 100 milyar doların verilmediğini (bir tahmine göre, 2017’de verilen miktar 71,2 milyar dolarmış) ve maliyetlerin arttığını belirtiyor.

Adow ve Singh/Bose  bu miktarın, pek çok gelişmekte olan ülkenin öncelikli işi olan iklim değişikliği uyum önlemleri (insanların, toplulukların ve ekosistemlerin iklim değişikliğine karşı direncini artırmak için gerekli eylemler) için gereken miktardan bile çok daha az olduğunu belirtiyor. (İklim değişikliğine karşı bir diğer eylem biçimi, iklim değişikliğini hafifletmek, yani öncelikle iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarını azaltmaktır.) Adow ve Singh/Bose, burada sadece finansman miktarının değil, finansman kalitesinin de yetersiz olduğunu, uyum süreci için gerekenin çok altında olan bu finansal desteğin hibe yerine çoğunlukla kredi biçiminde olduğunu belirtiyor. Covid-19’un ardından zaten giderek artan ve sürdürülemez bir borçla karşı karşıya olan en yoksul ülkeler için bütün bunların yaraya tuz basmaktan farksız olduğunu söylüyor.

Reyes ve Williams, ülke borçlarını yeniden yapılandırma mekanizması üzerinden daha kapsamlı bir borç silme programı önerirken, Adow, borç ertelemelerini iklim-için-borç-takası gibi iklim alanında yapılan faaliyetlerle birleştirecek yeni yaklaşımların denenmesini öneriyor. Williams, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) bir finansman mekanizması olan özel çekme haklarının (SDR'ler) iklim değişikliğini “baştan aşağı” düzeltmek için gerekli Marshall Planı ölçeğindeki ihtiyaçlar diye tarif ettiği ihtiyaçların karşılanmasında kullanmasını öneriyor. Williams ve Adow, geleneksel GSYİH odaklı hesaplamaların Gelişmekte Olan Küçük Ada Ülkelerini (SIDS) dışarıda bıraktığını, çünkü üzerlerindeki borç yüküne rağmen bu ülkelerin orta gelirli ülke olarak sınıflandırıldıklarını, bu nedenle de özellikle kırılgan bir durumda olduklarını belirterek, borç erteleme uygunluk durumunun belirlenmesi yöntemlerinde reform yapılması çağrısında bulunuyor. Adow ayrıca, neyin iklim finansmanı sayılacağına ve gerekli finansmanın serbest bırakılması için hesap verilebilirliğin nasıl sağlanacağına dair uzun süredir devam eden tanımsal sorunları çözmek gerektiğinin altını çiziyor.

Yeşil İklim Fonu (GCF) gibi çok taraflı mekanizmalar aracılığıyla iklim finansmanı sağlandığında bile, bu finansmanı kimin, hangi koşullar altında aldığı soruları mesele olmaya devam edecek. GCF, en büyük çok taraflı iklim fonu olarak, Paris Anlaşması’nın uygulanmasını destekleyecek, genel olarak tüm gelişmekte olan ülkelerde düşük karbonlu, iklime dirençli kalkınmaya geçişi kolaylaştıracak temel bir finansman aracıdır. Bu fonun kaynaklarının iklim krizine uyum sürecine ve krizi azaltma faaliyetlerine eşit paylaştırılması amaçlandı. Ancak Adow ve Singh/Bose, bu fona erişimin, mesela gereksiz ve yapay engeller kaldırılarak (uyum veya geliştirme yatırımları arasında katı bir ayrım çizgisi oluşturma girişimleri gibi) kolaylaştırılması gerektiğini, iklim krizine uyuma yönelik finansal yardımlarda ise, gelişmekte olan ülkelerdeki mevcut ulusal yapıların ve programların desteklenmesine vurgu yapılması gerektiğini ileri sürüyor. Singh ve Bose, “kadınların, toplulukların ve ekonomilerin iklimin yıkıcı etkilerinden korunmasında ve insanları iklim krizinin etkilerine karşı güçlendirp kalkınma hedefleri ile insan haklarında ilerlemeler sağlayarak iklim kırılganlığı ile yoksulluğun bir döngü halinde birbirini beslenmesinin önlenmesinde çok önemli bir role sahip olan” sosyal koruma programlarını güçlendirmek gibi yenilikçi adımlar atma çağrısında bulunuyor.

Covid-19’a karşı küresel çapta yapılanlar, ortada siyasi irade varsa, gelişmiş ülkelerin sistemik bir küresel tehditle mücadele etmek için muazzam miktarda finansal kaynağı harekete geçirebileceğini ortaya koydu. Bununla birlikte, gelişmiş ülkeler on yıl önce iklim değişikliği için verdikleri 100 milyar dolar harcama vaatlerini hâlâ yerine getirmediler; üstelik 2025 sonrası için belirlenecek yeni toplu iklim finansmanı hedefi için bu miktarı önemli ölçüde artırmaları gerekecek. Bu nedenle, emisyonlarını acilen ve ciddi bir şekilde azaltmaları ve yükümlülükleri gereği ve ayrıca gelişmekte olan ülkelere olan iklim borçlarını ödemek için finansman miktarını ve yeterliliğini artırmaları gerekiyor. Bu finansmanın kalitesini ve teslimat hızını artırmak için gelişmekte olan ülkelerdeki muadillerine bağışçı olarak değil, karşılıklı saygı ve güvene dayalı bir ortaklık ilişkisi anlayışıyla yaklaşmalıdırlar. Bu tür iyileştirmeler, iklim süreci için acilen ihtiyaç duyulan o ivmeyi geri kazandıracaktır.

Dijital yönetişimde, çok taraflı yapılarda kapsayıcılık ihtiyacı

BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşmak için küresel dijital uçurumu kapatmanın temel bir gereklilik olduğu yönündeki ortak kanı giderek güçleniyor. İmalat ve tarımdan kamu hizmetlerine kadar birçok alanda 5G hücresel ağlardan veri merkezlerine kadar çeşitli dijital altyapılara ve dijital teknolojiye erişim, toplumların giderek daha fazla veri ve dijital hizmet ticaretine bağlı hale gelen bir küresel ekonomide hayatta kalıp kalamayacaklarını ve gelişip gelişemeyeceklerini belirleyecek. “Gelişmekte olan dünyadaki 40+ trilyon dolarlık altyapı ihtiyacını daraltmaya yardımcı olmak” hedefiyle kamusal ve özel finansmanı mobilize etmeyi amaçlayan ABD liderliğindeki G7 planında iklim, sağlık, toplumsal cinsiyet adaleti ve eşitliğin yanı sıra dijital teknolojinin de merkezi bir rolü var. G7 liderlerinin, önde gelen demokratik ülkelerin Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne bir yanıt olduğunu ifade ettikleri Build Back Better World (B3W) girişimi çerçevesinde hareket etmeye ne kadar istekli olduklarını ileride göreceğiz. Şüpheciler, Biden yönetiminin kendi ülkesi içinde iki altyapı yasasını geçirmede bile sorunlar yaşadığına işaret ediyor.

Dijital teknoloji, B3W’nin odaklandığı diğer üç alanın hepsiyle kesişiyor. B3W, uygun politik önlemlerle, tıbbi araştırma ve sağlık hizmeti tedarikinin yanı sıra iklim değişikliğine uyum ve hafifletme alanlarında da önemli bir rol oynayabilir. Teknoloji kullanımında, mevcut Kuzey-Güney dijital uçurumu keskin bir toplumsal cinsiyet ayrımıyla daha da derinleştiğinden, yeni teknolojilere erişim kapsayıcı da olmalıdır aynı zamanda.

Bu arada dünyanın dört bir yanındaki politika yapıcıların, teknolojik ilerlemenin hızıyla paralel olarak artan riskleri izlemek ve kontrol altına almak için mücadele verdiğini de belirtelim. Sözünü ettiğimiz riskler şunlar: hükûmetler, suç dünyasının aktörleri ve güçlü teknoloji tekellerinin gerçekleştirdiği gizlilik ihlalleri; piyasa tekelleşmesi ve çevrimiçi dezenformasyon sonucunda ortaya çıkan inovasyon ve demokrasiye yönelik tehditler; ve Yapay Zekâ (YZ) kullanımının ayrımcılığa neden olan sonuçları. Bu risklerden bazıları ise her toplumda kadınları ve diğer savunmasız grupları orantısız biçimde etkiliyor.

Veri ve dijital teknoloji gibi hızla gelişen bir alanda haklara saygılı bir politika geliştirilmesi ve düzenleme yapılması talepleri nedeniyle yazarların bir çoğu, bu tür teknolojik gelişmeleri destekleyecek kaynağa sahip olmayan ülkelerdeki kapasite ve altyapı geliştirme ihtiyacına dikkat çekmek zorunda hissetmiş kendini. Örneğin Arora, gelişmiş ekonomilerin “kapasite oluşturma ve altyapı yatırımı sayesinde destek sağlamanın olası yollarını belirlemek için mevcut projeleri gözden geçirebileceğini” öne sürüyor.

Avrupa Birliği’nin bir model oluşturmanın dışında, hem pek gelişmişmemiş hem de pek zengin olmayan ülke ve bölgelerde benzer düzenleyici gelişmeleri desteklemek gibi özel bir sorumluluğu da vardır. AB’nin çığır açan Genel Veri Koruma Yönetmeliği (GDPR) ve müzakere halinde olan diğer düzenlemeler (Dijital Hizmetler Yasası ve Dijital Piyasalar Yasası taslağının yanı sıra önerilen Yapay Zekâ Yönetmeliği gibi) onu teknoloji devlerini dizginleyen ve dijital ekonomiyi düzenleyen küresel düzeyde öncü bir güç haline getiriyor.

AB, kendi sınırları içinde etik konulara ilişkin net yönergeler belirleyerek ve diğer ülkelerin de benzer adımlar atmasına yardımcı olarak nüfuzunu sağlamlaştırabilir. Avrupa Komisyonu’nun YZ yasa taslağı halihazırda yüz tanıma gibi yüksek riskli YZ uygulamalarına genel bir yasak getiriyor, ancak bu yasaklarda Avrupa ​​parlamenterlerinin ve sivil haklar aktivistlerinin fazla genel olmakla eleştirdiği ulusal güvenliğe dair istisnalar mevcut. Bu teknolojinin kamusal alanlarda kullanımının açık bir şekilde yasaklanması, örneğin AB’nin çeperindeki Sırbistan gibi bir ülkeye Belgrad’da Çin gözetleme teknolojisi kullanmaktan uzak durması için güçlü bir mesaj olacaktır. Sırbistan’da dijital haklarla ilgili bir örgütün yöneticisi olan avukat Danilo Krivokapić ve aynı örgütte çalışan meslektaşları Mila Bajić ve Bojan Perkov kaleme aldıkları bir yazı dizisinde bu gerçeği ana hatlarıyla ortaya koyuyorlar.

Ancak dünyanın en güçlü ülkeleri veya blokları tarafından yapılacak herhangi bir yardım, yerel bağlamların ve ihtiyaçların farkında olarak yapılmalıdır. AB politika yapıcıları ve danışmanları, AB yöntemlerini Küresel Güney’deki ülkelere standart çözümler olarak ihraç etmeye çalışmaktan kaçınmalıdır. Mozilla Vakfı’nda Afrika inovasyonu özel danışmanı Chenai Chair makalesinde, “çoktaraflı sistemler genellikle, denkler arası etkileşimlerin eşit güç seviyelerinde meydana geldiği ve bu etkileşimlerde rol oynayan mekanizmalar ve bürokrasilerin eşit derecede kavrandığı varsayımına dayanıyor” diye yazıyor. Ayrıca, böyle bir şey oluyorsa bile nadiren oluyordur elbette.

Bir örnek vermek gerekirse; en büyük ticaret ortağı olarak AB’nin Afrika üzerindeki gücü Afrika ülkelerini kendi veri koruma yasaları için GDPR’den ve GDPR’nin önceki taslaklarından yararlanmak zorunda hissettirmiştir. AB bu tür yasal düzenleme çalışmalarının bir kısmını mali olarak da destekliyor ayrıca. Chair, bununla birlikte, genel olarak Afrika ülkelerinin yerel ihtiyaçların gözden kaçırılması pahasına AB’nin yasal düzenlemelerine uymaya zorlandıklarını belirtiyor. On altı ülkeden oluşan Güney Afrika Kalkınma Topluluğu’nun (SADC) üyelerinin kendi yasal düzenlemelerine örnek oluşturması amacıyla kaleme aldığı veri korumaya ilişkin yasa modeli, Afrika bağlamında özellikle kırılgan durumda olan azınlık toplumsal cinsiyetlere uygun koruma önlemleri sağlamaktan acizdir örneğin.

Veri akışlarının uluslararasılık özelliği, veri ve dijital teknolojilerin yönetimini çok taraflı çözümler gerektiren küresel bir zorluk haline getiriyor ayrıca. Yukarıda iklim değişikliğiyle ilgili olarak belirtildiği gibi, geleneksel çok taraflı kuruluşlar ve çerçeveler bu meseleleri ele almakta geç kalmıştır. Aynı zamanda ulus devletler, mevcut ve yeni ortaya çıkan uluslararası anlaşmalara dahil olma gerekliliği ile iç hukuklarındaki siyasi ve karmaşık teknolojik konuları dengelemenin mücadelesini de veriyor.

 

Öneğin Arora, Hindistan’ın yeni koronavirüsün şifresini çözmek için gerekli olan uluslararası veri paylaşım süreçlerinde yer aldığı halde, ülke içindeki veri paylaşımlarına dair yasa çalışmaları sürerken, uluslararası veri paylaşım anlaşmalarına girmek konusunda zaman zaman isteksiz davrandığını belirtiyor. Hindistan’ın “mevcut düzenlemeleri ve bunların somut sonuçlarını gözden geçirmesinin ve değerlendirmesinin” iyi olacağını, bunun “Hindistan’ın gelecekte dahil olacağı çok taraflı ve/veya iki taraflı veri paylaşım düzenlemeleri için kapsayıcı normlar geliştirmesine ve formüle etmesine yardımcı olabileceğini” söylüyor.

Bazı durumlarda, küresel yönetim kadrolarının bir adım geri durup ulusal hükûmetlere ve onların toplumlarına, iç hukuklarını yeni ortaya çıkan teknolojilere uygun hale getirmeleri için alan açması gerekir. ABD’de bir tüketici hakları örgütü olan Public Citizen’da Dijital Haklar Programı yöneticiliğini yapan hukukçu Burcu Kılıç, DTÖ bünyesinde büyük bir küresel e-ticaret anlaşması çerçevesinde yapılan son derece önemli müzakereler konusundaki fikirlerini belirtirken, veri koruma gibi kamu yararı bakımından hayati önem taşıyan meselelerde veri akışını yasalarla düzenleme kapasitelerini sınırlayacağından daha zayıf devletlerin e-ticaret anlaşmalarına dahil olmalarının riskli olabileceğini ileri sürüyor. Hindistan ve Güney Afrika dahil yeni kurulan ve gelişmekte olan ekonomilere sahip birçok ülkenin bu nedenlerle çok taraflı tartışmalara katılmadığını belirtiyor. Kılıç, ABD’li “teknoloji devlerinin” “yerel düzenlemeleri etkisizleştirmek için dijital ticaret görüşmelerini ele geçirmeye” çalıştığını söylüyor ve bu eğilimin “mahremiyet, temel haklar, rekabet, sosyal ve ekonomik adalet ve sürdürülebilir kalkınma için ciddi riskler yarattığını” sözlerine ekliyor. Arora da benzer bir konuya işaret ediyor: “Uluslararası ortaklar arasında serbest bilgi akışının haklara saygılı bir çerçevede gerçekleşmesini sağlamak, gelecekte sağlık, iklim değişikliği, insanların yerinden edilmesi konularında ve daha pek çok konuda ortaya çıkabilecek küresel krizleri önlemede ve bu krizlerle mücadelede merkezi bir önem taşıyor.”

Daha zayıf durumdaki devletler için, küresel sahneye çıkmadan önce mevcut bölgesel işbirliklerinin yanı sıra başka işbirlikleri de kurmaya çalışmak iyi bir başlangıç ​​stratejisi olabilir. İnsan hakları avukatı ve dijital haklar uzmanı Renata Avila, dijital sömürgecilik riskine dikkat çekiyor.

Avila, “Geçmişte imparatorluklar, ticaret yollarından değerli metallere kadar kritik varlıkları denetim altına alarak iktidarlarını genişletti” diye yazıyor. “Bugün ise, kritik dijital altyapıyı, veriyi ve bilgisayımsal güç sahipliğini kontrol ederek dünyaya hükmeden devletler değil, teknoloji imparatorluklarıdır.” Avila, Latin Amerika ve Karayipler’in, güçlü teknoloji şirketleri Güney Amerika kıtasını bölüp paylaşmaya devam ettiği ABD ve Çin karşısında küresel çapta daha güçlü bir konuma getirebilecek ve bu ülkelere karşı “dijital egemenliklerini” kurmalarına imkân sağlayacak bir dijital kalkınma planı için ortak bir vizyon geliştirmeleri gerektiğini savunuyor.

Bununla beraber, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) örneğinde görüldüğü gibi, çok farklı siyasi sistemlere ve birçok konuda farklı gelişmişlik düzeylerine sahip ülkeler arasında bölgesel entegrasyon zor olabilir. Nitekim, siyasi antropolog Deasy Simandjuntak, aralarında Myanmar, Endonezya ve Singapur’un da olduğu 10 ülkeden oluşan grubun, “içerideki farklılıkları gidermek ve dışarıdaki büyük zorluklarla baş edebilmek için mücadele verdiğini” yazıyor.

Hızlı ilerleyen teknolojik gelişmeler, dünyanın en savunmasız ve yeterince temsil edilmeyen grupları ve bireyleri için yeni tehlikeler yaratırken, çok taraflı mekanizmalar, tüm üyelerinden yükselen ilkeli seslerin çağrılarına ayak uydurmalı ve onlara kulak vermelidir. Avila’nın ana hatlarıyla ortaya koyduğu gibi, “Pandemiden kurtulmak için gerekli olan yatırım, mevcut piyasa mantığını terk etmek ve teknolojiyi dayanıklı olmak zorunda olan ve vatandaş katılımını gerektiren önemli bir sosyal altyapı olarak gören bir yaklaşım benimsemek için eşsiz bir şans sunuyor.”

Düşük ve orta gelirli ülkeleri ticaret konusunda desteklemek için bölgesel entegrasyon ve haklar

Daha genel ticaret arenasında, Afrika 2021’de çok taraflılıkta yıllarca süren bir başa dönüş eğilimine son verdi. 1 Ocak 2021’de Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi (AfCFTA) adı altında ticaret başladı. 1,2 milyar kişinin tek pazar içinde ticaret yapmasını sağlayan bu anlaşmanın altında bugün itibariyle 36 ülkenin imzası var ve bu sayı, Dünya Ticaret Örgütünün kurulduğu 1994 yılından beri bir serbest ticaret anlaşmasında ulaşılmış en büyük imzacı sayısıdır. Ancak Afrika Politika Araştırma Enstitüsü yöneticisi Olumid Abimbola, bu yeni yapının başarısının bir dereceye kadar, Afrikalıların kontrolü dışındaki faktörlere bağlı olacağını belirtiyor. Avrupa Birliği, halihazırda Afrika kıtasının en büyük ticaret ortağı olduğu ve Afrika ülkeleri ve bloklarıyla olan çeşitli ticari bağları nedeniyle AfCFTA’nın işleyişini güçleştirebileceği için “AfCFTA’nın başarısını belirlemede kilit rol oynayacaktır”, ki bu da güç dengesizliğinin başka bir örneğiyle karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor.

Muresan ve Naidu, AfCFTA için uzun vadede bir umudun, bölge içi gümrük vergisi ve gümrük vergisi dışı engelleri azaltarak “kaynakları serbest bırakacak, böylece ihmal edilen imalat ve sanayi sektörlerinde daha karmaşık bir katma-değerli üretimi teşvik edecek” olması olduğunu söylüyor. Bu da onlara göre, “kalkınmaya hak temelli bir yaklaşımı” destekleyecek değişiklikleri teşvik edebilir. Ancak, diğer çok taraflı mekanizmalarda “insani gelişim yararına olan eşitlikçi katılımı sağlamak” için daha çok şey yapmak gerekecektir. Muresan ve Naidu, bundan sonra emtia fiyatlandırması, ticaret şartlarını karmaşıklaştıran üst üste binen bölgesel ekonomik topluluklar ve bu ülkeleri daha eşit bir oyun alanında ticaret yapma fırsatından mahrum eden Afrika içi ticaretin eksikliği gibi alanlarda yapılması gereken reformlara değiniyorlar.

Muresan ve Naidu, “İlke olarak ticaretin, sosyo-ekonomik koşulların ve geçim kaynaklarının iyileşmesini sağlaması gerekirken sonuç, en iyi ihtimalle baştan savma oldu” diyor ve ekliyor: “Bunun nedenleri arasında birbirine hiç benzemeyen piyasa koşulları, toplum temelli müteşebbis yatırımlarını geliştirmek için gereken mali kaynaklara erişememek, beceri eksikliği, niteliksiz eğitim ve artan eşitsizlik de var.”

Ülkenin oluşum sürecini desteklemek niyetinde olduğunu beyan eden aynı ülke ve kurumların verimsiz politikaları nedeniyle Gürcistan Cumhuriyeti’nin de gelişimine ket vuruldu. Finans ekonomi politiği üzerine araştırmalar yapan Ia Eradze, destek almak yerine, Gürcistan’ın kalkınması “sosyal ve çevresel etkileri pek hesaba katılmayan modernleşme odaklı bir kalkınma gündemi ve neoliberal politikalarla engellendi” diye yazıyor. Sonra “IMF, AB, ABD ve Çin gibi küresel güçler tarafından dayatılan yüksek baskılı, verimsiz ticaret ve borç verme politikalarından” örnekler veriyor.

Üstelik bunların hepsi küreselleşme çağında yaşanıyor, böylece küresel ticareti kontrol eden en güçlü devletlerin ortak iyilik iddialarını boşa çıkarıyor. Muresan ve Naidu, “Önde gelen çok taraflı kurumlar, uzun süre kendilerinin öngördüğü piyasa odaklı ticaret kurallarının yoksulluğu azalttığını ve kalkınmayı ilerlettiğini iddia ettiler” diyor ve ekliyor: “Oysa, gelişmekte olan dünyayı, kendi potansiyeline ulaşmak için ihtiyaç duyduğu daha insan merkezli bir sosyal adalet fikrini benimsemesini engellediler.”

Türkiye’de sosyoloji bölümünde yardımcı doçent unvanıyla araştırmalarını sürdüren Evren Dinçer, dünyanın en güçlü uluslarının pandemi sırasında ülke içinde ve dışında yaşadıkları başarısızlıklara dikkat çekiyor. “Hükûmetler ve Pfizer-BioNTech, Moderna ve Sinovac gibi şirketler muazzam bir hızda seferber olup aşı geliştirirken, sistemler aşıları üretip dağıtmada aynı hızı gösteremedi” diye yazıyor. “Zengin ülkelerin aşı stoklamaları (bazıları kendi toplumlarının ihtiyaç duyduğu miktarın üç katı stoklamıştı), dünya genelindeki son derece derin eşitsizlikleri gözler önüne serdi.”

Yazarlar, ABD ve AB gibi güçlerin, gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerinde söyledikleri ile yaptıklarının bir olması gerektiğini söylüyor. Abimbola, “AB’nin bir yandan, iki tarafın da birbirini dinlediği bir eşit ortaklar ilişkisi kurmak istediğini söylerken, diğer yandan Afrika ülkelerinin” kıtadaki ticari ilişkileri sekteye uğratan AB ile Ekonomik Ortaklık Anlaşmaları (EPA’lar) “üzerinde müzakereye pek hevesli olmadıklarına işaret eden belirtileri görmeye yanaşmadıklarını” yazıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin de dışlayıcı anlaşmaları zorladığını, bunun “esas olarak zengin ülkelerin istedikleri şartlarla arka kapıdan gizlice girme girişimi” olduğunu belirtiyor.

Ancak, geçmişte daha zayıf ülkelerin uluslararası ticaret rejimlerini etkileyen münferit başarıları (Muresan/Naidu ve Abimbola’nın HIV ilaçlarının patentlerinden bahsettikleri tarihsel örnekte olduğu gibi) daha iyi işbirliği ile çoğaltılabilir ve genişletilebilir. Daha iyi bir bölgesel entegrasyon, ekonomik kalkınmayı teşvik edebilir, düşük ve orta gelirli ülkelerin jeopolitik konumunu iyileştirebilir.

Bölge içi ticareti engelleyen başka faktörler de var, bunlar çoğunlukla bundan etkilenen ülkeler ile ABD ve AB gibi uluslararası oyuncuların rol oynadığı faktörlerdir: zayıf altyapı, yolsuzluk, hantal gümrük prosedürleri, çoklu klıring aşamaları, yetersiz bilgi teknolojisi altyapısı ve sınırlı bilgi alışverişi.

Son olarak, mevcut ticaret kurallarının insan haklarını, toplumsal cinsiyet adaletini ve iklim değişikliği, kirlilik, biyolojik çeşitlilik ve benzeri çevresel kaygıları karşılayacak şekilde önemli bir revizyona ihtiyacı var. Örneğin Gürcistan, Eradze’nin uzun süre IMF etkisine maruz kalmış olarak tanımladığı, doğrudan yabancı yatırıma (DYY) dayanan ve “yabancı sermaye uğruna ülkeyi küresel bir rekabet mücadelesi içine sokan ve asgari ücret, fazla mesai ödemeleri, işyeri güvenliği ve çevre koruma gibi üretimdeki toplumsal ve çevresel standartları gevşetmeye zorlayan bir ekonomik modele sahiptir.”

Eradze, “Pandemi bu sorunları daha görünür kıldı ve sosyal adalet, çevresel sürdürülebilirlik ve halkın genel refahı konularını her zamankinden daha fazla sorgulanır hale getirdi” diyor.

Kapsayıcı öneriler

Dizinin yazarları kendi çalışma alanlarına odaklanıyor olsa da, hepsinde birçok ortak tema, gözlem ve ortak öneri göze çarpıyor. Yazarların da ana hatlarıyla çok net bir şekilde belirttiği gibi, çok taraflı mekanizmalar (özellikle de gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında daha eşit karar alma düzenlemelerine sahip olanlar) tek tek ülkelerin ve toplumların olduğu kadar dünyanın da karşı karşıya olduğu birbirine bağlı krizlerle mücadeledeki önemlerini koruyor. Ülke içindeki ve uluslararası yapılarda geçmişte yaşanan başarısızlıkları teslim etmek ve bu başarısızlıkların nedenlerini kendi içinde sorgulayarak, içtenlikle teşhis etmek, bu mekanizmalar üzerinde en fazla etkiye sahip olan liderler kadar küresel sahnede daha güçlü bir şekilde yer almak isteyenlerin de görevidir. Bu sürecin tüm tarafları sürece, başarıyı önceleyen iyileştirilmiş çok paydaşlı girişimlerin yapı taşlarının paternalizm değil, kapsayıcılık, karşılıklı güven ve ortaklık olması gerektiği anlayışına dayanan bir açıklık ve alçakgönüllülükle yaklaşmalıdır. Ancak o zaman etkili, verimli ve dayanıklı çözümler üretmede diğer liderler ve sivil toplumla uyum içinde çalışabilirler.

Yazarlar ayrıca, kesişen birden fazla krize, insanların ve gezegenin yararına daha adil ve sürdürülebilir çözümler getirmek için, yurttaşlık ve siyasi haklar dahil, insan haklarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini karar alma sürecinde ön plana almanın temel bir zorunluluk olduğunu da ifade ediyorlar. Bu aynı zamanda, şeffaflığı ve hesap verebilirliği artırarak, hem kurumsal hem kamusal alanda, yozlaşmış ve istismarcı yönetsel ve diğer yapısal zayıflıkların üzerine gitmek ve en kötü sömürü ve istismar aşırılıklarını durdurmak anlamına gelir.

Son olarak, yazı dizisindeki birçok yazar, sosyal destek sistemlerini güçlendirmenin ve yaygınlaştırmanın önemine odaklanıyor ve bunun yalnızca insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için değil, aynı zamanda, toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir gereği olarak, kadınları genellikle ücretsiz olan ve bir iş olarak görülmeyen çocuk, yaşlı ve hasta bakımı yükünden kurtarmak için yapılması gerektiği düşüncesini savunuyor. Covid-19 pandemisi, en savunmasız kişilerin temel ihtiyaçlarını (barınma, gıda, sağlık ve eğitim) karşılamak için liyakatli kurumlar, finansal olanaklar ve siyasi önceliklendirme gerektirdiğini ve bunun insanların ve toplumların gelecek şoklara karşı dayanıklılığını arttırabileceğini de gösterdi.

Bu 15 makaledeki kapsamlı ve ayrıntılı analizler, yukarıda belirtildiği gibi, bazı öneriler içeriyor. Ayrıca, bu sürecin şu üç ana oyuncusunun harekete geçmesinin zorunluluğuna da işaret ediyor: en nüfuzlu zengin, güçlü ülkeler; saygı görmek ve eşitlik için mücadele eden daha yoksul ve özellikle savunmasız ülkeler ve çoğu durumda (örneğin, G7 çok özel bir istisna oluşturur) birleşik, eşgüdümlü, karşılıklı olarak yararlı sonuçlar üretmek için zengin ve yoksul ülkeler arasında bir bağ oluşturmayı amaçlayan uluslararası örgütler ve mekanizmalar.

Varlıklı ülkeler için öneriler:

  • Siyasi, sosyal ve ekonomik farklılıklarda düşünceleri, iletişimi ve işbirliğini etkileyen güç farklılıkları olduğunu kabul edin; sanayileşmiş ülkelere orantısız faydalar sağlayan sömürgecilik, doğal kaynak sömürücülüğü ve ırkçılık geçmişinizden kaynaklanan sorumlulukları kabul edin. İklim değişikliği konularında bu, “ortak ama farklılaştırılmış sorumluluklar” (CBDR) ilkesini ciddiye almayı gerektirir; yani tüm ülkelerin iklim değişikliği sorununun üzerine gitme sorumluluğu olduğunu kabul ederken bu sorumluluğun kapasite ve tarihsel sorumluluklara göre farklılıklar taşıdığı gerçeğini teslim etmek gerekir.
  • Hem ülke içinde hem de küresel düzeyde, karar verme oyun alanını eşitlemek için bu tarihi sorumluluklarınızla orantılı fazladan adımlar atın. Bu, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu temsil eden ve günümüz krizlerinden olumsuz yönde en fazla etkilenen en güçsüzlerin, küresel yapıları ve çerçeveleri belirleyen müzakere masalarında ve kurumlarda eşit kabul edilmesini sağlamak anlamına gelir. Bundan başka, teknik, mali ve siyasi desteği almalarını temin edin ve böylece seslerinin duyulmasını ve görüşlerinin hesaba katılmasını sağlayın.
  • Kapsayıcı bir temsil yelpazesi oluşturmak ve mümkün olan en yüksek katılımı sağlamak için geniş bir temsil becerisine sahip çok taraflı mekanizmaları güçlendirin ve yetkilendirin, daha büyük sorumluluklar üstlenmeleri için gereken insani ve mali kapasiteye sahip olmalarını sağlayın.
  • Kalkınma yardımı, iklimle, özellikle iklim değişikliği uyum süreciyle ve dijital altyapı gibi alanlarla ilgili yerine getirilmemiş finansman taahhütlerini ve yükümlülükleri yerine getirin.
  • Aşı patentleri için TRIPS muafiyetleri gibi ticari kuralları; teknolojiye eşit erişimi sağlayan düzenlemeleri ve şirketlerin, tedarik zincirinin her aşamasında çevresel ve toplumsal meseleler ile insan hakları konusunda gerekli özeni göstermelerini talep eden düzenlemeleri ve bunlar gibi adil ticaret kurallarını destekleyin.
  • Hükûmetin şeffaflık ve hesap verilebilirlik konularındaki taahhütlerini hayata geçirin, insan haklarına saygı gösterin ve bu doğrultuda yurt içinde halkın, daha zayıf ülkelerle olan ortak çalışmalarda da o ülkelerin karar alma süreçlerine katılımını arttırın.
  • Yozlaşmış, istismarcı yönetim ve diğer yapısal zayıflıkların ağırlığı altında önünde sonunda yerle bir olan kısa vadeli iyileştirmelerden ziyade nihayetinde daha çok insana fayda sağlayacak ve iklim, teknoloji ve ticaret hedeflerini karşılayacak daha kalıcı çözümler için, insan haklarını ve eşitliği, elbette tek başına değil ama özellikle toplumsal cinsiyet eşitliğini, karar verme süreçlerinde ön plana alın.
  • Gelecekte ortak refahı, hatta bazı durumlarda iklim değişikliği ve salgın hastalıklar gibi tehditler karşısında hayatta kalmayı sağlamak için yapılması gereken değişikliklere ve katlanılması gereken maliyetlere yönelik, gerek şirket çıkarlarının gerek ideolojik gerekçelerle ortaya çıkacak siyasi itirazların önüne geçmek için seçmenlerle daha açık ve etkili bir iletişim kurun.
  • Ülke içinde veya dışında, kamusal tartışmaların siyasi ve ekonomik seçkinler tarafından “ele geçirilmesini” önlemek için yapıcı halk tabanlarını, toplumsal hareketleri ve yurttaş hareketliliğini tanıyın ve onları kucaklayın. İçeride ve dışarıda, tüm ikili ve çok taraflı mekanizmalara ve forumlara bu tür sivil toplum gruplarının ve etkilenen toplulukların anlamlı biçimde, sürekli ve tekraren katılımını sağlayın.
  • Sanayileşmiş dünyanın dışındaki başarı modellerinin, geleneksel ve yerel bilgi ve deneyimlerin farkında olun, onları tanıyın ve geliştirin, bir yandan da geliştirilecek çözümlerin yerel halk ve toplulukların ihtiyaçlarına ve yerel bağlama göre tadil edilmesini sağlayın.

“Küresel Güney”in kalkınmakta olan ülkeleri ve gelişmekte olan piyasa ekonomileri için öneriler:

  • Küresel yapılar üzerinde ağırlıklı hakimiyeti olan daha güçlü ülkeler karşısında pazarlık gücününüzü artırmak için onlarla daha yakın ve etkili bir işbirliği içinde olun. Bu işbirliği, ortak çalışma tarzları ve ilişki geliştirmeye yönelik atacağınız ilk adımlarda daha fazla, daha farklı veya daha etkili bölgesel gruplar oluşturmak biçiminde olabilir.
  • Güney-Güney işbirliği ve denkler arası kapasite geliştirme ve bilgi paylaşımı fırsatlarını artırın. Bu, sanayileşmiş ülkelerin hâkim olduğu mevcut yapılara karşı bir ağırlık dengeleyici –ve tamamlayıcı− görevi görerek ortak geçmişlerin ve deneyimlerin daha iyi ifade edilmesini teşvik edecek, sonrasında da alternatif politika önerileri ve kurumsal yaklaşımların geliştirilmesini ve uygulamaya geçirilmesini sağlayacaktır.
  • Savunmasız ülkeleri sürdürülemez borçlardan kurtarmak ve zengin ülkelere büyük ölçekli finansal çıkışları engellemek üzere, bu konuda belli bir zaman içinde eylemde bulunması için uluslararası camiaya daha güçlü ve daha eşgüdüm halinde baskılar kurun. Bunda amaç, en kırılgan ülkelerin mali kapasitelerini artırmak, sosyal destek sistemlerini güçlendirip kapsamını genişleterek nüfuslarının en yoksul kesimlerinin ekonomi, sağlık ve iklim kaynaklı şoklar karşısında temel ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır.
  • Küresel sahnede güvenilirliğinizi ve nüfuzunuzu artırmak için ulusal ve ulusaltı yönetimlerin şeffaflığını ve hesap verebilirliğini, insan haklarına saygıyı ve karar alma süreçlerine halkın katılımını artırmaya odaklanarak yönetişim yapılarını iyileştirin ve yerel kurumları güçlendirin.
  • Kamusal tartışmaların siyasi ve ekonomik seçkinler tarafından “ele geçirilmesini” önlemek için yapıcı halk tabanlarını, toplumsal hareketleri ve yurttaş hareketliliklerini tanıyın ve onları kucaklayın.
  • Yetersiz temsil edilen ve marjinalleştirilmiş nüfus gruplarının yönetim heyetlerine dahil edilmelerini, görüş ve ihtiyaçlarının uluslararası müzakereler ve forumlarda ülkelerinin pazarlık pozisyonunlarına yansıtılmasını sağlayın. İklim değişikliği, yeni teknolojiler ve adil olmayan ticaretin yarattığı sonuçlar karşısında en savunmasız olanlar, daha çok da kadınlar, yerli halklar, etnik azınlıklar ve yerel topluluklar için bunun yapılmasına özellikle dikkat edilmelidir.

Uluslararası örgütler ve mekanizmalar için öneriler:

  • Sivil toplum gruplarının, yerli halkların ve yerel toplulukların müzakerelere ve karar alma organlarına, sırf görünüşü kurtarmak amacıyla değil, gerçek anlamda katılım sağlamalarına ve sorumluluk almalarına olanak sağlayarak, bu müzakere ve karar alma organlarındaki katılımları veya üyelikleri resmi makamlarla sınırlı tutmayıp buralarda yapılacak işleri daha geniş bir kesimin, toplumsal cinsiyet açısından daha dengeli bir biçimde sahiplenmesini mümkün kılın.
  • Daha kalıcı, adil, etkili ve sürdürülebilir çözümler için sosyal içerme, insan hakları, cinsiyet eşitliği ve sistemik açıklık ve küresel adalet konularını vurgulamak üzere iklim değişikliği, adil olmayan ticaret uygulamaları ve teknoloji düzenlemeleriyle başa çıkma çabalarının odağını yeniden ayarlayın.
  • “Eşit oyun alanı” varsayımından yola çıkarak hareket etmek yerine, ticaret anlaşmaları gibi uluslararası anlaşmalarda pazara erişimdeki güç farklılıklarını gidermeye çalışın. Zengin ülkeler, kendi endüstrileri için sınırsız pazar erişimine öncelik vermek yerine, fikri mülkiyet korumalarında (örneğin ilaçlar veya yüksek riskli YZ uygulamalarının kaynak kodları için) istisnalara izin vermelidir.
  • Çok taraflı yaptırım mekanizmaları (uluslararası iklim sözleşmeleri gibi) bulunmayan uluslararası rejimlerde bu mekanizmaları oluşturun ve katılımcı ülkelerin ekonomik veya siyasi güçleri ne olursa olsun hesap vermelerini sağlamak için mevcut mekanizmaları güçlendirin. Yaptırımlar gibi mekanizmaların güçlüler tarafından daha zayıf tarafların aleyhine olacak şekilde (örneğin, ticari yaptırımların eşit olmayan şekilde uygulanması veya anlaşmazlık çözüm mekanizmalarının endüstrilerin hâkimiyeti altında olması gibi) suistimal edilmemesini sağlayın.
  • Karar alınan oturumları yayınlamak, tarafların görüşlerini savunurken kullandığı girdileri yayımlamak, finansal denetimleri ve sonuçlarını da içerecek çıkar çatışması kuralları ve kapsamlı bilgi yayma kuralları oluşturmak gibi yöntemlerle çok taraflı yapıların şeffaflığını ve hesap verebilirliğini geliştirin.